Ana menü
Ana sayfa
Forum
Yazı ve Makaleler
Yazarlarımız
Admine Yaz
Diyanet İlmihalinden
Namaz
Oruç
Zekat
Hac
54 Farz
32 Farz
Abdest Gusül Teyemmüm
Kurban Bahsi
Mezhepler Tarihinden
Kur'an Işığında
Muska
Mübarek Gün ve Geceler
Kaza Kader
Büyük Günahlar
Kıyamet Alametleri
Berzah Alemi
Ahiret Hayatı
Cennet Hayatı
Cehennem Hayatı
İslamda Kadın ve Aile
İstatistik
Bugün  Toplam 
 Tekil 195  954424 
 Online
 IP 18.227.102.34 
F o r u m Mezhepler Bu Zamanda İçtihad Yapılabilir mi?
Son Eklenen
Ahmed İbn-i Hanbel Hazretleri
İmam Malik Hazretleri
İmam Şafi Hazretleri
İmam Azam Ebu Hanife Hazretleri
En Büyük Bir Evliya, Niçin En Küçük Bir Sahabenin Derecesine Yetişemiyor?
Sahabelere ve Müctehid Alimlere Karşı Üstünlük Davası Nereden Çıkıyor? Ve Kim Çıkarıyor?
Bu Zamanda İçtihad Yapılabilir mi?
Peygamber Efendimiz (asm) Zamanında Mezhep Var mıydı? Peygamberimiz (asm) Hangi Mezheptendi?
Mezhepler Nereden Çıktı?
İçtihad ve Bir Mezhebe Bağlanmak Hakkındaki Hadis-i Şerifler
Bir Mezhebe Bağlanmayı Emreden Ayetler
Bir Mezhebe Bağlanmanın Lüzumuna Dair Akli Deliller
Mezheplerin İhtilaf Sebepleri
Mezhebler Kaça Ayrılır?
Popüler
Ahmed İbn-i Hanbel Hazretleri
Mezheplerin İhtilaf Sebepleri
İmam Azam Ebu Hanife Hazretleri
İmam Malik Hazretleri
Bir Mezhebe Bağlanmayı Emreden Ayetler
İmam Şafi Hazretleri
İçtihad ve Bir Mezhebe Bağlanmak Hakkındaki Hadis-i Şerifler
Bir Mezhebe Bağlanmanın Lüzumuna Dair Akli Deliller
Mezhebler Kaça Ayrılır?
Bu Zamanda İçtihad Yapılabilir mi?
Mezhepler Nereden Çıktı?
En Büyük Bir Evliya, Niçin En Küçük Bir Sahabenin Derecesine Yetişemiyor?
Peygamber Efendimiz (asm) Zamanında Mezhep Var mıydı? Peygamberimiz (asm) Hangi Mezheptendi?
Sahabelere ve Müctehid Alimlere Karşı Üstünlük Davası Nereden Çıkıyor? Ve Kim Çıkarıyor?
Cevaplar
 
Altıncı Mani
İSMAİL  12 Mart 2014  

Altıncı mani: Bu asırdan, Asr-ı saadet kitabı okunamaz.

“Selef-i sâlihînin müçtehidîn-i izâmı (büyük müctehidleri), asr-ı nur ve asr-ı hakikat (hakikat ve nur asrı) olan asr-ı sahabeye (sahabe asrına) yakın olduklarından, safi bir nur alıp, halis bir ictihad edebilirlerdi. Şu zamanın ehl-i ictihadı ise, o kadar perdeler arkasında ve uzak bir mesafede hakikat kitabına bakar ki, en vâzıh (açık) bir harfini de zor ile görebilirler.”

Bediüzzaman Hazretlerinin, ictihada altıncı mani olarak gösterdiği bu nüktenin kısaca izahı şöyledir:
İctihadın birinci menbaı Kur’an, ikinci menbaı ise sünnet ve hadislerdir. Başta dört mezhep imamı ve onların talebeleri, sahabe asrına yakın olduklarından dolayı, o nur ve hakikat asrından safi bir nur alıp, halis ve doğru bir ictihad yapabilirler ve ictihadın iki membaından İslamî hükümlerin abıhayatını çıkarabilirler ve çıkarmışlardır. Hâlbuki bu asrın ictihad heveslileriyle, o nur ve hakikat asrının arasında o kadar uzak bir mesafe vardır ki, bu uzak mesafeden hakikat kitabını okumak, neredeyse mümkün değildir. Bu asrın ehli, değil o kitabı okumayı, o kitabın en büyük harflerini bile zar zor görebilirler.

Hem bu asrın insanı, eğer ictihad yapmaya kalksa, sahabeyle görüşemeyeceklerine göre, yine başta dört mezhep imamı olarak, diğerlerinin derlediği hadis kitaplarını kaynak yapmak zorundadırlar. Yani her halükarda yol, yine o büyüklerin rahle-i tedrisinden geçmektedir.

 
Beşinci Mani
İSMAİL  12 Mart 2014  

Beşinci mani: Şu zamanın ictihadı semavi değil, dünyevidir.

“Üç nokta-i nazar, şu zamanın içtihadatını (ictihadlarını) arziye (dünyevi) yapar, semavilikten çıkarıyor. Hâlbuki şeriat semaviyedir (semaya aittir, yani vahiyle gelmiştir) ve içtihadat-ı şer’îye (şeriata ait ictihadlar) dahi, onun (şeriatın) ahkâm-ı mestûresini (gizli hükümlerini) izhar ettiğinden semâviyedirler.”

Bediüzzaman Hazretlerinin burada bahsettiği nükteyi şöyle izah edebiliriz:

Şeriat ve İslam’ın hükümleri semavidir; yani insan eseri olmayıp, vahiyle gelmiştir. Peygamberimiz (asm) başta olmak üzere, hiçbir beşerin müdahalesi yoktur. Bu hakikate Kur’an’da şöyle işaret edilir:

“O (Kur’an), âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir. O (Hz. Muhammed), bize isnaden bazı sözler uydurmaya kalkışsaydı, elbette biz onu bundan dolayı kuvvetle yakalardık. Sonra da onun şah damarını keser atardık.” (Hakka, 69/43-46)

Şeriat ve İslam’ın hükümleri semavi olduğu gibi, şeriatın gizli hükümlerini ortaya çıkaran ictihad da semavidir ve semavi olmalıdır. Yani ictihad yapan müctehid, Cenab-ı Hakk’ın emir ve yasaklarını ortaya çıkarmaya azmetmeli ve o konudaki murad-ı ilahiyyenin ne olduğunu anlamaya çalışarak, Allah’ın rızasının nerede olduğunu bulmaya çalışmalıdır. Yoksa nefsinin rahatını ve hevasının tatminini sağlayacak hükümleri çıkarmaya çalışmak, nefisperestlik olup, ictihad değildir.

İctihadın özü ve amacı; açıkça hükmü bildirilmemiş ve gizlenmiş meselelerde, Cenab-ı Hakk’ın muradını, emir ve yasağının ne olduğunu anlamaya çalışmakla, rıza-yı İlahiyyenin talebidir. Bu yüzden İslam dini semavi olduğu gibi, ictihad da semavidir.

Hâlbuki şu zamanda yapılan ictihadlar üç noktada semavi değil, dünyevidir. Yani, ictihadda Cenab-ı Hakk’ın rızası ve muradı değil, nefsin rahatı esas yapılmaktadır. Amaç daha güzelini bulmak değil, daha kolayını bulmaktır. Hedef Allah’ın o meseledeki muradını ortaya çıkarmak değil, nefsin hevasını tatmin etmektir.

İctihadı semavilikten çıkarıp, dünyevi yapan bu üç noktayı Bediüzzaman Hazretleri şöyle izah etmektedir:

Birincisi: Bir hükmün hikmeti ayrıdır, illeti (asıl sebebi) ayrıdır. Hikmet ve maslahat ise; tercihe sebeptir; îcaba (vacip olmasına), icada medar (sebep) değildir. İllet ise, vücuduna (varlığına) medardır.”

Burada anlatılmak istenen ince nükte şudur: İslam’ın her hükmünün bir hikmet, bir de illet ciheti vardır. Hikmet ciheti, o emrin ve hükmün faydası ve menfaatidir. Mesela içkinin haram edilmesindeki hikmet: Aklı baştan alması, insanın maddi vücuduna zarar vermesi, israfa sebebi olması,.. gibi şeylerdir. Ancak, içkinin haram edilmesinin illeti, yani hakiki sebebi bunlar değildir. Buradaki illet, Cenab-ı Hakk’ın içkiyi haram kılmasıdır. İçki, zarar verdiği için haram değil, Allah “haram” dediği için haramdır. Bir şeyde haramlığın ve helalliğin illeti, yani sebebi, Cenab-ı Hakk’ın öyle murad etmesi ve öylece emretmesidir. Hikmet ise, o emirdeki menfaatler ve faydalardır.

Yine mesela domuz eti haramdır. Haram oluşunun sebebi, Allah’ın haram demesi ve haramlığı cihetine hükmetmesidir. Hikmeti hakkında ise onlarca şey söylenebilir. Eğer, hikmeti cihetinde söylenecek hiçbir söz olmasaydı, hatta eti faydalı da olsaydı, bu onu helal yapmazdı. Çünkü hükümler, hikmetlere göre değil, illete göre şekil alır. İllet ise, Cenab-ı Hakk’ın muradıdır ve hükmetmesidir.

Yine bu meseleyi şu misalle daha iyi kavrayabiliriz: Seferde namaz kısaltılır. Dört rekâtlık bir farz namaz, iki rekât kılınır. Bu ruhsatın illeti, yani sebebi, Allah’ın seferde namazın kısaltılacağına hükmetmesidir. Hikmeti ise, seferdeki meşakkattir ve zahmettir. Şimdi, eğer sefer bulunsa, meşakkat hiç olmasa namaz yine kısaltılır. Çünkü illet, yani namazın kısaltılmasının hakiki sebebi olan sefer vardır. Fakat sefer bulunmasa, yüz meşakkat bulunsa, namazın kısaltılmasına illet olamaz ve zahmetten dolayı namaz kısaltılamaz.

Demek bir hükümde asıl olan illettir, yani Cenab-ı Hakk’ın emretmesidir. Hikmet, asla hükmün sebebi olamaz. Sadece hükümdeki menfaatlerin ve faydaların anlaşılabilmesi için bu cihete bakılır.

İşte bu asırda, bu hakikatin aksine olarak, menfaat ve hikmet, illet yerine konulup ona göre hükmediliyor. Allah’ın muradını bir kenara bırakıp, hikmet ve menfaatlere göre hüküm veriliyor. Nefse faydası olan helal kabul edilip, nefsin hoşuna gitmeyene haram deniliyor. Elbette böyle bir ictihad dünyevidir, semavi değildir. Bu yüzden de kıymeti yoktur.

İkincisi: Şu zamanın nazarı, evvelâ ve bizzat saadet-i dünyeviyeye (dünya saadetine) bakıyor ve ahkâmları (hükümleri) ona tevcih ediyor. Hâlbuki şeriatın nazarı ise, evvelâ ve bizzat saadet-i uhreviyeye (ahiret saadetine) bakar, ikinci derecede -ahirete vesile olmak dolayısıyla- dünyanın saadetine nazar eder. Demek şu zamanın nazarı, ruh-u şeriattan yabanidir. Öyle ise, şeriat namına içtihad edemez.”

Bediüzzaman Hazretleri, bu noktada şu cihete bakmıştır:

İslam ve şeriatın birinci hedefi ahiret saadetidir ve ilk önce ona bakar. Dünya saadetine, ikinci derecede ve ahiret saadetine vesile olması sebebiyle bakar. Şu zamanın insanında ise, ahiret saadeti ikinci derecededir. Bu asrın insanı evvela dünya saadetine bakar ve hükümleri, bu saadetin teminine göre çıkartır. Bu yüzden de şu zamanın fikri ve nazarı, şeriatın ve İslam’ın ruhuna yabanidir. Öyle ise şeriat namına ictihad yapamaz.

Üçüncüsü: اِنَّ الضَّرُورَاتِ تُبِيحُ الْمَحْظُورَاتِ kaidesi, yani, "Zaruret, haramı helal derecesine getirir." İşte şu kaide ise, küllî (umumi) değil. Zaruret, eğer haram yoluyla olmamış ise, haramı helal etmeye sebebiyet verir. Yoksa sû-i ihtiyarıyla (iradesine kötüye kullanmakla), gayr-ı meşru sebeplerle zaruret olmuş ise, haramı helal edemez, ruhsatlı ahkâmlara (hükümlere) medar (sebep) olamaz, özür teşkil edemez…”

Bediüzzaman Hazretleri, bu maniyi eserinde uzunca izah etmiştir. O uzun kısmı, eserin aslına havale ediyor ve meseleyi şöylece izah ediyoruz:

“Zaruretler, haramı helal yapar.” bir kaidedir. Mesela içki haramdır; fakat susuzluktan ölmek ile karşı karşıya kalındığında, içkiyi içmek helal olur.

Hem mesela, domuz eti de haramdır; ama bir kişi açlıktan ölmek ile karşı karşıya kalsa, domuz etinden ölmeyecek kadar yiyebilir. O anda domuz etini yemek ona helal olur. Hatta böyle bir durumda yemeyip açlıktan ölürse, bir haram işlemiş olur ve bundan mesuldür.

Hem yine, kesildiğinde yenmesi helal olan hayvanlardan, kendiliğinden ölenler leş hükmünde olup, bunların yenmesi haramdır. Ancak bir insan, açlıktan ölmek ile karşı karşıya kalsa, ölmeyecek kadar bu leşten yiyebilir, hatta yemesi ona farzdır.

Ancak zaruret, kişinin su-i ihtiyarıyla meydana gelmişse, yani iradesini şerde kullanarak o zarureti meydana getirmişse; bu, zaruret kabul edilmez. Mesela, bir adam, iradesini şerde kullanarak içki içse ve sarhoş olup hanımını boşasa, bu boşaması geçerlidir. Ya da bir cinayet işlese, bundan dolayı ceza görür. Çünkü içkiyi iradesiyle içmiştir, neticesinden de mesuldür. Eğer içki içmeyip, tedavi maksadıyla bir ilaç içse ve bu ilaç onu sarhoş yapıp, sarhoş halde karısını boşasa ya da cinayet işlese, bu halde özür sahibidir. Boşamak vaki olmaz ve cinayetten dolayı kısas edilmez.

Bu iki farklı hükmün sebebi şudur: Birinci durumda, iradesiyle içki içmiş ve ihtiyarıyla sarhoş olmuştur. Bu halde yaptığı bütün tasarruflardan kendisi mesuldür. Tasarrufu bilerek yapması, ya da bilmeden yapması arasında bir fark yoktur. Ama ikinci halde, iradesini tedavi yolunda kullanmış ve ihtiyarıyla sarhoş olmamıştır. Belki ilacın etkisiyle sarhoş olmuştur ki, bu durumda iradesinin haricinde sarhoş olduğu için tasarrufları geçersizdir ve yaptıklarından mesul değildir.

Hem yine mesela, bir içki müptelası, zaruret derecesinde içkiye müptela olsa ve içmeden duramasa, diyemez ki, “Bu bana zarurettir ve bana helaldir.” Çünkü bu duruma kendi iradesini şerde kullanarak düşmüştür.

O halde özetlersek: Eğer zaruret, haram yolla olmamışsa, haramı helal eder. Eğer haram yolla olmuş ve iradeyi kötüye kullanmakla vukua gelmişse, haramı asla helal etmez.

İşte şu zamanda, zaruret derecesine geçen ve insanları müptela eden çok şeyler vardır ki, iradeyi kötüye kullanmaktan, gayrimeşru meyillerden ve haram muamelelerden meydana geldiklerinden, ruhsatlı hükümlere sebep olup, haramı helâl edemezler. Hâlbuki şu zamanın ictihad heveslileri, gayrimeşru meyillerden gelen zaruretleri, şeriatın hükümlerine sebep yaptıklarından, ictihadları dünyevidir, heveslerine göredir, felsefîdir; asla semavî olamaz.

 
Dördüncü Mani
İSMAİL  12 Mart 2014  

Dördüncü mani: Şu zamandaki ictihad meraklıları, dinin farzlarını dahi eda etmekten uzaktır.

“Nasıl ki bir cisimde, neşv ü nema (büyüme) için tevessü (gelişme) meyli bulunur. O meyl-i tevessü (gelişme meyli) ise, -çünkü dâhildendir- vücud ve cisim için bir tekemmüldür (kemale ulaşmaktır). Fakat eğer hariçte (dışarıdan) tevsi (gelişme) için bir meyil ise, o vücudun cildini yırtmaktır, tahrip etmektir; tevsi (geliştirme) değildir. Öyle de, İslamiyetin dairesine Selef-i sâlihîn (Asr-ı saadet ve sonraki iki asır alimleri) gibi takva-yı kâmile (kamil manada Allah’tan korkmak ve günahlardan sakınmak) kapısıyla ve zaruriyat-ı diniyenin (farzların) imtisâli tarikiyle (itaati yoluyla) dâhil olanlarda meyl-üt tevessü (geliştirme meyli) ve irade-i içtihad (ictihad arzusu) bulunsa; o kemaldir ve tekemmüldür. Yoksa zaruriyatı (farzları) terk eden ve hayat-ı dünyeviyeyi (dünya hayatını) hayat-ı uhreviyeye (ahiret hayatına) tercih eden ve felsefe-i maddiye ile âlûde (içiçe) olanlardan olan o meyl-üt tevsi (geliştirme meyli) ve irade-i içtihad (ictihad arzusu), vücud-u İslamiyeyi tahrip ve boynundaki şer'î (şeriat) zincirini çıkarmağa vesiledir.”

Bediüzzaman Hazretlerinin beyan buyurduğu bu maniyi şöyle izah edebiliriz:

Bir cisimde, büyüme ve gelişme için bir meyil bulunur. Mesela, tohumda, çiçek olabilmek için; çekirdekte, ağaç olabilmek için; yumurtada, bir kuş olabilmek için ya da anne karnındaki döllenmiş bir yumurtada, büyüyüp bir insan olabilmek için bir meyil ve arzu vardır. Bu meyle, “gelişme meyli” denilir.

Bu meyil, eğer içeriden olursa, o cismin kemal bulmasını ve mükemmelliğe ulaşmasını sağlar. İçeriden olan bu meyil sayesindedir ki, bir tohumdan gül çıkmakta, bir incir çekirdeğinden kocaman bir incir ağacı yaratılmakta; bir yumurtadan tavus kuşu gibi rengârenk bir kuş çıkıp, bir damla su, insan gibi bir kudret mucizesine dönüşmektedir. Demek, meylin içeriden ve dahilden olan kısmı güzeldir ve kemal bulmaya sebeptir.

Bir de meylin hariçten ve dışarıdan olan kısmı vardır. Yani hariçten bir sebep, cismin gelişmesi için el uzatır. Bu ise, cismin gelişimine değil, tahribine ve helakine sebeptir. Mesela, ağacı büyütmek için dışarıdan müdahale edip dallarını çekseniz, dalların kırılmasına sebeptir. Ya da bir bebeği büyütmek için elinden, kolundan tutup çekseniz, çocuğun azalarının kırılmasına, belki de ölümüne sebebiyet verirsiniz. Hatta günümüzde, tıbbın ilerlemesiyle, genlere dışarıdan müdahaleler yapılıp, farklı hayvan ya da bitki geliştirilmeye çalışılmakta ve bütün bu deneyler, garip ve tuhaf varlıkların ortaya çıkmasıyla son bulmaktadır. Asli tabiatından, harici bir müdahale ile uzaklaştırılmış canlılardan, nasıl varlıkların dünyaya geldiği hepimizce malumdur.

Aynen bunun gibi, İslamiyet dairesi içindeki Selef-i salihin kısmında bulunan geliştirme meyli ve ictihad arzusu güzeldir ve mükemmelliktir. Zira onlar tam bir takvaya sahip oldukları ve dinin en küçük emirlerine dahi tam itaat ile boyun eğdiklerinden dolayı, onlardaki ictihad arzusu, eşyadaki dâhilî meyle benzer. İçtihadlarıyla İslam ağacı gelişir ve gölgesinde daha çok insanı barındırır.

Asrımızdaki ictihad meraklılarının yaptığı ictihadlar ise, eşyadaki harici meyle benzer. Bunlar, dinin farzlarını ve emirlerini terk ettiklerinden; dünya hayatını, ahirete tercih ettiklerinden ve felsefe ile çok meşgul olduklarından dolayı dairenin dışında kalıyorlar. Bu sebeple de yaptıkları müdahaleler, yani ictihadlar fayda yerine zarar veriyor. Onların ictihadları İslamiyeti tahriptir ve bu kişilerin yaptıkları, boyunlarındaki İslam zincirini çıkarmaya vesiledir.

Zaten İmam Azam ve emsallerinin hayatları ile günümüzdeki ictihad heveslilerinin hayatları kıyas edildiğinde, aradaki fark güneş gibi gözükecektir. İmam Azam’ın kırk sene yatsı namazının abdestiyle sabah namazını kıldığı nakledilmektedir. Haram lokma yeme korkusu sebebiyle yedi sene koyun eti yemediği, soranlara; “Bir koyun kaybolmuştu. O koyunun haksız olarak kesilip satılmasından ve o koyunun etini bilmeden satın alarak yemekten korktum. Bir koyunun ortalama ömrü yedi sene olduğu için de yedi sene koyun eti yemedim.” dediği rivayet edilmiştir. Acaba bu zamandaki ictihad heveslilerinde, bu takvanın yüzde birini görebilir misiniz? Bırakın onların kaybolan bir koyundan dolayı yedi sene koyun etini yemeği terk etmelerini, içinde domuz eti ya da alkol şüphesi olan onlarca yiyeceği sofralarında bulabilirsiniz. Elbette, böyle takva dairesinden uzak insanların yaptığı ictihadlar, İslam’a dışarından bir müdahaledir, İslamiyet’in tahribine ve boyunlarındaki İslam zincirini çıkarmaya bir vesiledir.

 
Üçüncü Mani
İSMAİL  12 Mart 2014  

“Üçüncü mani: Bir kimsenin, mutlak müctehid seviyesine ulaşmasına zaman imkan vermemektedir.”

“Daha önce dediğimiz gibi; hakikatin mahiyeti bir olmakla beraber, efradın zımnında tahakkuk ve tecelli tarzı farklı farklıdır. Mesela, ilkokulda da matematik okunur, ama oradan mühendis çıkmaz. Çiçekte sümbül verir, ama ağaç gibi değil. Bir damla da güneşi gösterir, ama deniz gibi gösteremez. Sinek te uçar, ama kartal gibi değil…”

“Bu asır, dini ilimlerin tahsilinde, Asr-ı Saadete kıyasla ilkokul gibidir. Evet, bu asırda da dini ilimler tahsil edilir, ama o asırdaki müctehidler gibi âlimler bu asırda çıkmaz. İlkokulda matematik okunmasına rağmen, mühendisin çıkmadığı gibi…”

“Yine bu asır, Asr-ı Saadete kıyasla bir çiçektir. Dini ilimler sahasında sünbül verir, ama Asr-ı Saadet ağacı gibi olamaz. Çünkü o asır, Nur-u Muhammed (asm) toprağından bizzat besleniyordu.”

“Hem bu asır, Asr-ı Saadet denizine kıyasla bir damladır. Bir damla, denize kıyasla güneşi ne kadar gösterebilirse, bu asır da, o asra kıyasla o kadar ilim güneşine ayna olabilir.

“Bu asrın âlimleri, başta dört mezhep imamı olarak o asrın âlimlerine kıyasla, sineğin kartala mukayesesi gibidir. Evet, bunlar da uçar, ama o asrın kartalları gibi değil…”


Bediüzzaman Hazretleri, bu hakikatin sebebini uzunca beyan etmiştir. Bizler, bu beyanı naklediyoruz:

“Nasıl ki, çarşıda mevsimlere göre, birer meta (eşya ve mal) mergub (rağbet edilen) oluyor. Vakit be-vakit (zaman zaman) birer mal revaç buluyor. Öyle de, âlem meşherinde (sergisinde), içtimaiyat-ı insaniye (sosyal hayat) ve medeniyet-i beşeriye çarşısında, her asırda birer meta (eşya) mergub (rağbet edilen) olup revaç buluyor. Sûkunda, yani çarşısında teşhir ediliyor, rağbetler ona celboluyor, nazarlar (bakışlar) ona teveccüh ediyor, fikirler ona müncezib (cezbedilmiş) oluyor. Meselâ: Şu zamanda siyaset metaı ve hayat-ı dünyeviyenin (dünya hayatının) temini ve felsefenin revaçları gibi... Ve Selef-i sâlihîn (asr-ı saadet ve sonraki iki asır âlimleri) asrında ve o zaman çarşısında en mergub (rağbet edilen) meta, Hâlık-ı Semâvat ve Arz'ın (göğün ve yerin yaratıcısı olan Allah’ın) marziyatlarını (razı olduğu şeyleri) ve bizden arzularını, kelâmından (Kur’an’dan) istinbat etmek (çıkarmak) ve nur-u nübüvvet (peygamberlik nuru) ve Kur'an ile kapatılmayacak derecede açılan ahiret âlemindeki saadet-i ebediyeyi (ebedi saadeti) kazandırmak vesâilini (vesilelerini) elde etmek idi.”

“İşte o zamanda zihinler, kalpler, ruhlar, bütün kuvvetleriyle, yerler ve gökler Rabbinin marziyatını (razı olduğu şeyleri) anlamağa müteveccih olduğundan, içtimaiyat-ı beşeriyenin (sosyal hayatın) sohbetleri, muhavereleri (konuşmaları), vukuatları, ahvalleri (hâlleri) ona bakıyordu. Ona göre cereyan ettiğinden, her kimin güzelce bir istidadı (kabiliyeti) bulunsa, onun kalbi ve fıtratı, şuursuz olarak her şeyden bir ders-i marifet alır. O zamanda cereyan eden ahval (hâller) ve vukuat ve muhaverattan (konuşmalardan) taallüm ediyordu (ilim öğreniyordu). Güya her bir şey, ona bir muallim hükmüne geçip, onun fıtrat ve istidadına, içtihada bir istidat (kabiliyet) ihzarını (hazırlığını) telkin ediyordu. Hatta o derece şu fıtri ders tenvir ediyordu (nurlanıyordu) ki; yakın idi ki, kesbsiz (çalışmadan) içtihada kabiliyeti ola, ateşsiz nurlana... İşte şu tarzda fıtri bir ders alan bir müstaid (kabiliyeti olan), içtihada çalışmağa başladığı vakit, kibrit hükmüne geçen istidadı (kabiliyeti), "nûrun alâ nur" (nur üstüne nur) sırrına mazhar olur; çabuk ve az zamanda müctehid olurdu.”

“Amma şu zamanda, medeniyet-i Avrupa'nın tahakkümüyle, felsefe-i tâbiiyenin (pozitivist felsefesinin) tasallutuyla (musallat olmasıyla), şerait-i hayat-ı dünyeviyenin (dünya hayatı şartlarının) ağırlaşmasıyla, efkâr (fikirler) ve kulûb (kalpler) dağılmış, himmet ve inayet inkısam etmiştir (bölünmüştür). Zihinler maneviyata karşı yabanileşmiştir. İşte bunun içindir ki, şu zamanda birisi, dört yaşında Kur'an'ı hıfzedip, âlimlerle mübahase eden (tartışan) Süfyan İbn-i Uyeyne olan bir müçtehidin zekâsında bulunsa, Süfyan'ın içtihadı kazandığı zamana nisbeten, on defa daha fazla zamana muhtaçtır. Süfyan, on senede içtihadı tahsil etmiş (müctehidlik makamına ulaşmış) ise, şu adam yüz seneye muhtaçtır ki tahsil edebilsin. Çünkü Süfyan'ın ibtida-i tahsil-i fıtrisi (tabi olan ilk tahsili) sinn-i temyiz (beş altı yaşlarında) zamanından başlar. Yavaş yavaş istidadı (kabiliyeti) müheyya olur (ictihada hazır olur), nurlanır, her şeyden ders alır, kibrit hükmüne geçer. Amma onun nazîri (zekâ cihetiyle, ona bu asırda benzeyen kişi), şu zamanda -çünkü zihni felsefede boğulmuş, aklı siyasete dalmış, kalbi hayat-ı dünyeviyede (dünya hayatında) sersem olmuş, istidadı (yeteneği) içtihaddan uzaklaşmış- elbette fünun-u hâzırada (günümüzün müsbet ilimleriyye) tevaggulü (uğraşması) derecesinde istidadı (yeteneği) içtihad-ı şer'î (Kur’an’dan ve sünnetten hüküm çıkarma) kabiliyetinden uzaklaşmış ve ulûm-u arziyede (dünyevi ilimlerde) tefennünü (mahareti) derecesinde, içtihadın kabulünden geri kalmıştır. Onun için, "Ben de onun gibi zekiyim, niçin ona yetişemiyorum?" diyemez ve demeye hakkı yoktur ve yetişemez.”


Bediüzzaman Hazretlerinin bu beyanını, lisanına yabancı olanlar için kısaca şöyle izah edebiliriz:

Asr-ı Saadet ve sonraki asır ile bu asır arasında çok büyük farklar vardır. Bu farklar sebebiyle, bu asırda yaşayan birisi, İmam Azam kadar zeki de olsa, İmam Azam’ın ictihaddaki yeteneğine ulaşması mümkün değildir. Hatta İmam Azam, on senede müctehid makamına çıkmışsa, bu kişinin aynı makama çıkması için yüz seneye ihtiyacı vardır.

Bu asır ile o asrı karşılaştırdığımızda, bunun sebebi anlaşılacaktır. Bu asrın özelliği ve revaç bulan metaı şunlardır:

1. Siyaset,

2. Başta rızık olmak üzere dünya hayatının temini,

3. Felsefi akımların revaç bulması,

4. Tabiatperestlik gibi inkâr fikirleri…

Asr-ı Saadette ise şunlar revaçtaydı ve bütün dikkatler bu noktalardaydı:

1. Allah Teâlâ nelerden razıdır?

2. Bizden arzuları nelerdir?

3. Bize karşı emir ve buyrukları nedir?

4. Kendimizi O’na nasıl sevdiririz?

5. Ebedi saadeti kazandıracak vesileler nelerdir?

6. Falan ayetin manası nasıldır ve bundaki murad-ı İlahi nedir?

7. Peygamberimiz (asm) falan hadisiyle ne demek istemiş ve neyi murad etmiştir?

8. Kur’an ve hadisleri anlamada aşırı bir gayret ve ciddi bir himmet…

İşte o asır çarşısında bu mallar revaçta olduğu için, bütün sohbetler ve konuşmalar bu noktalarda olurdu. Bu sebeple, ictihad yapmaya yeteneği olan birisi, her şeyden ve her konuşmadan, tabi bir ders alırdı. Her şey ona bir muallim hükmüne geçerdi. Âdeta onun kabiliyeti kibrit gibi olur, bir çakmakla yanardı.

Ama bu asır, değil kabiliyeti yakacak özellikte olması, kabiliyetleri köreltecek özellikleri içinde barındırmaktadır. Bu asrın insanının aklı siyasete dalmış, zihni felsefede boğulmuş, kalbi dünya hayatıyla sersem olmuş ve ictihad kabiliyetinden uzaklaşmıştır. Bu sebeple, “Ben de onun gibi zekiyim, niçin ona yetişemiyorum?” diyemez ve demeye de hakkı yoktur ve yetişemez.

Mesela, muhtemelen İmam Azam Hazretleri daha bebekken, bulunduğu odada devamlı Kur’an okunur ve odanın bir köşesinde ayet ve hadislerin manasıyla ilgili sohbetler yapılırdı. Bu asırda dünyaya gelmiş, İmam Azam kadar zeki olan birisinin başında ise Kur’an’a bedel, ninni okunmakta, odasının bir köşesinde siyaset sohbetleri, diğer köşesinde rızık telaşı ve dünya hayatının temini sohbetleri ve bir diğer köşesinde de felsefi konular konuşulmaktadır. İşte İmam Azam ile bu asırdaki İmam Azam zekâsındaki kişi, böyle iki farklı mecliste büyümekte, birisi her vakit Kur’ana müteallik meseleleri işitirken, diğeri dünyevi ve siyasi konuşmalara şahitlik yapmaktadır. Bu sebeple de birisinin ictihad etme yeteneği gelişirken ve on senede müctehidlik makamına ulaşırken, diğerinin ictihad yeteneği körleşmekte ve yüz senede bile müctehidlik makamına ulaşamamaktadır. Bunun sebebi, İmam Azam’a herkes ve her şey bir muallim olurken, bu asırdaki emsaline herkes ve her şey bir muallim değil, ictihad kabiliyetini körelten bir sebep olmuştur. O asrın bereketiyle İmam Azam ve emsallerinde ictihad yapmak fıtri bir hal alırken, bu asırdaki emsallerinde bu fıtrilik kaybolmuştur. Bu meseleyi şu misalle anlayabiliriz:

Yüzmek, balık için fıtri bir iştir. Bir balık doğar doğmaz yüzmeye başlar. Yüzmek, insan için ise fıtri bir iş değildir. İnsan yüzmeyi çabalamak ile öğrenir ve çalıştıkça ilerler. Ama ne kadar da iyi yüzse, bir balık ile yüzme yarışına giremez. Çünkü yüzme, balığın fıtri bir amelidir. Aynen bunun gibi, ictihadı bir denize benzetirsek, Selef-i salihin âlimleri o denizin balığı hükmündedir ve fıtri bir şekilde o denizde yüzerler, yani ictihad yaparlar. Bu asrın insanı ise, ictihad denizinde bir balık değil, bir insandır. Ne kadar da ilim tahsil etse ve alim olsa, ictihad denizindeki balık hükmündeki Selef-i salihin müctehidleriyle yarışamaz ve onlara yetişemez. Belki bu kişi, bu asırdaki diğer insanlardan daha iyi yüzebilir, yani daha çok şey anlar ve daha iyi yorumlar; fakat insanın yüzme konusunda balıkla yarışamayacağı gibi -çünkü yüzmek, balığın fıtri bir fiilidir- o da, ictihad konusunda, İmam Azam ve emsalleriyle yarışamaz.

Ya da ictihadı havaya benzetirsek, İmam Azam ve emsalleri, bu havanın kuşudur. Bir kuş için uçmak nasıl fıtri bir amel ise, bu zatlar için de ictihad yapmak, kuşun uçması gibi fıtri bir ameldir. Bu asrın insanı ise kuşa değil, Hezarfen Ahmet Çelebi’ye benzer. Evet, o da kanat takarak uçar, ama kuşlar gibi uçamaz. Eğer, “Ben de kuşum!..” dese, ne kadar divanelik ettiğini divaneler dahi anlar.

 
İkinci Mani
İSMAİL  12 Mart 2014  


“İkinci mani: Müslümanların yeni ictihadlara değil, dinin farzlarını ders almaya ihtiyaçları vardır.”


“Dinin zaruriyatı ki (iman ve amel edilmesi zaruri olan dini esaslar), ictihad onlara giremez. Çünkü kati ve muayyendirler. Hem o zaruriyat, kut (azık) ve gıda hükmündedirler. Şu zamanda terke uğruyorlar ve tezelzüldedirler (sarsılmaktadırlar). Ve bütün himmet ve gayreti, onların ikamesine ve ihyasına sarfetmek lazım gelirken, İslamiyet'in nazariyat (teoriler) kısmında ve Selefin (Sahabe ve ondan sonraki asır alimlerinin) ictihadat-ı sâfiyane ve hâlisanesiyle (safi ve halis ictihadlarıyla), bütün zamanların hâcâtına (ihtiyaçlarına) dar gelmeyen efkârları (fikirleri) olduğu halde, onları bırakıp, heveskârane (nefsin arzularını tatmin edercesine) yeni ictihadlar yapmak, bid'akârane (bidat çıkartırcasına) bir hıyanettir.” (Said Nursi)

Bediüzzaman Hazretlerinin beyan ettiği ikinci maniyi şöyle izah edebiliriz:

Namaz, oruç, zekât ve hac gibi ibadetler, dinin zaruriyatından, yani eda edilmesi gereken farzlarındandır. Bu gibi ibadetler hakkında açık nas -Kur’an ayetleri ve mütevatir hadisler- bulunduğundan dolayı, bu ibadetlere ictihad girememektedir. Zira daha önce öğrendiğimiz gibi, ictihad sadece hakkında açık hüküm olmayan meselelerde yapılabiliyordu.

Hem dinin bu zaruriyat kısmı, bu dünyada insanın kalbine ve ruhuna bir gıda, kabirde nur ve ziya; ahiret yolculuğunda bir azık ve sırat köprüsünde ise bir binek ve buraktır.

Hal böyle iken, dinin bu farzları ve emirleri, maalesef bu zamanda terke uğramış ve sarsılmaktadır. İnsanların ekserisi namazını terk etmiş, zekâtını vermemekte, haccına gitmemektedir. Hatta ne acıdır ki, on iki ayın sultanı olan ramazan geldiğinde bile, lokantalar ağzına kadar açık ve içi Müslümanlarla dolu olmaktadır. Müslüman olduğunu iddia eden bu kişiler, ramazanda aleni bir şekilde oruç yemekte ve bundan hayâ bile etmemektedirler.

Farzların terke uğradığı bu asırda, haramlar ise aleni bir şekilde, pervasızca işlenmektedir. Her köşede bir meyhane, bir kumarhane ve bir sefahat yuvası, ehl-i imanı isyana davet etmekte ve maalesef bu davetine de icabet görmektedir.

Asrımızın bu halini uzun uzadıya anlatmaya herhalde ihtiyaç yoktur. Zira her şey gözler önünde ve son derece açıktır. İşte böyle bir zamanda, bütün himmeti ve gayreti, dinin bu farz-ı ayın kısmının ikamesine ve ihyasına sarf etmek lazım gelirken, İslamiyet’in nazariyat kısmıyla meşgul olmak; bir insanın, bir ömürde bir defa bile karşılaşmayacağı meselelerde, mezhep imamlarına muhalefet ederek ictihad yapmaya çalışmak, İslam’a karşı bir hıyanet değil de nedir?

Acaba namaz kılmayan insanları, namaza teşvik etmek ve onlara namazın ehemmiyetini ders vermek yerine, onları, “Ayda namaz nasıl kılınır? Kıble nasıl tayin edilir?” gibi meselelerle meşgul etmek, dine bir hizmet midir? Kaldı ki, ayda namaz nasıl kılınacağı ve kıblenin nasıl bulunacağı hususunda da Selef âlimlerinin fetvaları mevcuttur. Bu fetvalar, sorunun cevabını merak edenlere yeterken, dünyada namaz kılmayan insanların, aydaki namazlarıyla uğraşmak ve onları böyle nazariyat ile meşgul etmek hizmet midir?

Ya da, üzerinde elbisesi olduğu halde namazını kılmayan insanlara, “Çıplak kalan bir insan nasıl namaz kılar?” diyerek bahisler açmak ve bu konuda yeni ictihadlar yapmak hizmet midir? Ve bu çalışmanın kime, ne faydası vardır? İnsanın ömründe, bir defa bile başına gelmeyecek konuları, sözde çözüme ulaştırmaya çalışmak, nasıl bir hizmet anlayışıdır? Hem yine kaldı ki, böyle bir hâl başına gelenin nasıl namaz kılacağı da fıkıh kitaplarında mevcuttur.

Ya da, üzerine farz olduğu halde hacca gitmeyen insanlara, “Hacda, ihramlı iken bir sinek öldürür ya da bir otu koparırsanız cezası şöyle şöyledir…” diye dersler yapmak, dine hizmet midir? Kaldı ki, ihram yasakları ve bu yasakların çiğnenmesi halindeki cezalar bütün fıkıh kitaplarında mevcuttur. İhtiyacı olan, bu kitaplara bakarak meselesini halledebilir. Acaba böyle nazari bir meseleyle zihinleri meşgul etmenin ve cevapları Selef âlimleri tarafından verildiği halde yeni yeni ictihadlar yapmaya çalışmanın ne faydası vardır?

Ya da oruç tutmayan insanlara, “Ağza yanlışlıkla bir sinek kaçsa oruç bozulur mu?” sorusunun cevabını öğretmeye çalışmak, ne kadar önemlidir? Acaba şimdiye kadar oruç tutan kaç kişinin ağzına sinek kaçmıştır ki, oruç tutmayan insanlara bu dersi yapmanın bir önemi olsun? Onlara yapılması gereken ders, terk ettiği orucun önemi ve ehemmiyeti değil midir? Hem bu gibi meselelerde, dört mezhebin müctehid âlimlerinin ictihadları da mevcuttur. Ayrıca onlar bu ictihadları hem safidir, hem halistir, hem de bütün zamanlara kâfidir.

Misalleri çoğaltabiliriz. Sözün özü şu: İctihad hevesiyle ortaya çıkanlar, yaptıkları hizmete bir baksınlar! İnsanların imanı çalınmakta ve imanın zafiyeti yüzünden farzlar terk edilmekte iken, hangi menfaatli hizmeti yapmışlardır? Kuvveti ve ilmi olanların, bütün gayretlerini ve himmetlerini, imanın inkişafında ve dinin zaruri kısmının ikame ve ihyasında kullanması gerekirken, maalesef bu zamandaki mezhepsizler, tabiri caizse, ayda namaz ile uğraşmaktadırlar.

Acaba, Müslümanların neye ihtiyacı olduğunu göremeyecek kadar kör olan bu kişilerin yaptığı ictihad ne kadar doğru olabilir? Eğer keskin bir görüşleri ve kıvrak zekâları olsaydı, ilk önce Müslümanların içine düştükleri bu dehşetli durumun farkına varır ve bu yönde bir hizmeti sürdürürlerdi. Ama amaçları, üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek olunca, hem sapmışlar hem saptırmışlar, hem de menfaatsiz işlerle ömürlerini tüketmişlerdir.

 
Birinci Mani
İSMAİL  12 Mart 2014  

“Birinci mani: Alemin durumu, ictihada müsait değildir.”

“Nasıl ki kışta, fırtınaların şiddetli olduğu bir vakitte, dar delikler dahi seddedilir. Yeni kapıları açmak, hiçbir cihetle kâr-ı akıl değil. Hem nasıl ki büyük bir selin hücumunda, tamir için duvarlarda delikler açmak gark olmağa (boğulmaya) vesiledir. Öyle de, şu münkerat zamanında ve âdât-ı ecânibin (yabancı adetlerin) istilası anında ve bid'aların (dinin aslında olmadığı halde dine sokulmaya çalışılan şeylerin) kesreti (çokluğu) vaktinde ve dalâletin tahribatı hengâmında, ictihad namıyla, kasr-ı İslâmiyetten (İslam’ın kalesinde) yeni kapılar açıp, duvarlarından muharriblerin (tahrip edicilerin) girmesine vesile olacak delikler açmak, İslâmiyet'e cinayettir.” (Said Nursi)

Bediüzzaman Hazretlerinin beyan ettiği birinci maniyi şöyle izah edebiliriz:

Kışın, fırtınaların şiddetli olduğu bir hengâmda dar delikler dahi kapatılır ki, fırtınanın zararından muhafaza olunabilsin. Böyle bir durumda yeni kapılar açmak, fırtınanın yapacağı tahribatı kolaylaştıracak ve zararını çoğaltacaktır.

Aynen bunun gibi, bu âlem de manevi kışını yaşamaktadır. Efendimiz (asm)’in gelmesiyle başlayan Asr-ı saadet baharı, yerini ahir zaman kışına bırakmış; bahar mevsiminin güzelliği kaybolup, şiddetli manevi fırtınalar ortaya çıkmıştır. Ateizm, materyalizm, kominizim ve Darwinizm gibi onlarca belki yüzlerce farklı izimler, felsefi akımlar ve batıl ideolojiler, âdeta birer kasırga ve manevi fırtına olarak, iman ve İslam kalesini kuşatmaya ve bu kaleye sığınmış ehl-i imana zarar vermeye çalışmaktadır. Hatta bu batıl ideolojilerden bir kısmı, devlet eliyle insanlara zorla kabul ettirilmiş ve o batıl fikirleri ta okul kitaplarına kadar girmiştir.

O halde, onların ehl-i imana ilişmesini önlemek için, İslam kalesinin bütün deliklerini kapamak ve onların saldırdığı yerlerde yığınak yapmak gerekirken; hiçbir fayda ve ihtiyaç olmadığı halde ictihad namıyla yeni yeni kapılar açmak ve ehl-i küfür ve dalaletin, İslam kalesine düşman saldırısını kolaylaştırmak, İslamiyet’e karşı bir cinayet değil de, nedir?

Hem nasıl ki büyük bir selin hücumunda, tamir için duvarlara delikler açmak, boğulmaya vesiledir. Böyle bir zamanda yapılması gereken iş, bütün delikleri tıkamak olmalıdır. Aynen bunun gibi, her yerde işlenen günahlar, sefahatler, bidatlar ve haramlar âdeta sel olmuş, ehl-i imanı boğmaya ve onu manen öldürmeye çalışmaktadır. Eski kavimlerin helakine sebep olan günahların tamamı, neredeyse bir mekânda ve bir gecede işlenmektedir. Günahlar âdeta mıknatıs gibi insanları kendine çekmekte, iradeler ellerinden alınmış gibi kişiler o günahlara koşmaktadır. İşte böyle bir zamanda bu manevi selden kurtulmanın yolu: İslam kalesinin bütün deliklerini kapamak ile mümkündür. Açılacak yeni delikler, ehl-i imanın boğulmasına sebep olacaktır. Ve maalesef, ictihad namıyla bu delikleri açmaya çalışanlar, ilk önce kendilerini boğmuş ve daha sonra da kendilerini takip edenleri aynı kötü akıbete uğratmıştır. Bizler, bu eserin nezahetine hürmeten bu isimleri burada zikretmiyoruz. Zaten ehlince bu kişiler malumdur.

O halde, bu zamanda yapılacak en ehemmiyetli iş: Küfür ve dalalet gibi fırtınaların tahribatından, sefahat ve bidat gibi sellerin zararından ehl-i imanı kurtarmak için, delik açmak yerine, fırtınanın ve selin geliş yollarına barikatlar kurmaktır. Madem tehlike iman hakikatlerinin inkârı yönünden gelmektedir, o halde kuvveti buraya verip, delinmesi mümkün olmayan duvarlarda, fıkhî yeni ictihadlar ile delikler açılmamalıdır.

  Toplam 6 yorum yapıldı 
Yorum Ekle


 Yorum için, Üyelik seviyeniz yeterli değil


Üyelik Menü
Üye adı :    
Şifre :    
  
  Üye olun    
  Şifremi Unuttum   
İlahi Dinleyin
---- DİYANET ----
Diyanet TV
Türkiye Diyanet Vakfı
Diyanet Radyo
Kur'an Radyo
Risalet Radyo
Yayın Satış
Diyanet Evi
İSAM
KAGEM
Online İşlemler

Anasayfa  İletişim