|
Risale-i Nur Külliyatı/Mektubat Yirmi dokuzuncu mektuptan İkinci Risale olan İkinci Kısım Ramazan-ı Şerife dairdir Birinci Kısmın âhirinde şeâir-i İslâmiyeden bir nebze bahsedildiğinden, şeâirin içinde en parlak ve muhteşem olan Ramazan-ı Şerife dair olan bu İkinci Kısımda, bir kısım hikmetleri zikredilecektir. Bu İkinci Kısım, Ramazan-ı Şerifin pek çok hikmetlerinden dokuz hikmeti beyan eden Dokuz Nüktedir.
“O Ramazan ayı ki, insanlara doğru yolu gösteren, apaçık hidayet delillerini taşıyan ve hak ile bâtılın arasını ayıran Kur’ân, o ayda indirilmiştir.” Bakara Sûresi, 2:185
|
|
Gönderen : İSMAİL
Tarih : 24 Haziran
2014
Hit : 12037
|
|
|
|
İSMAİL |
Seviye
Yönetici
|
|
|
Toplam Puan: 115 |
Giriş Sayısı: 207 |
Konu: 279 |
Cevap: 99 |
Yorum
3783 gün önce
eklendi
|
|
|
|
Ramazan-ı Şerifteki savm (oruç), İslâmiyetin erkân-ı hamsesinin (islamiyetin beş şartının) birincilerindendir. Hem şeâir-i İslâmiyenin (islam akidelerinin) âzamlarındandır (yükseklerindendir).
İşte, Ramazan-ı Şerifteki orucun çok hikmetleri, hem Cenâb-ı Hakkın rububiyetine (Rab olmasına,idaresine), hem insanın hayat-ı içtimaiyesine (toplum hayatına), hem hayat-ı şahsiyesine, hem nefsin terbiyesine, hem niam-ı İlâhiyenin ( Allah ın verdiği nimetlerinin) şükrüne bakar hikmetleri var.
*Cenâb-ı Hakkın rububiyeti (idaresi) noktasında orucun çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:
Cenâb-ı Hak, zemin yüzünü bir sofra-i nimet (nimet sofrası) suretinde halk ettiği (yarattığı) ve bütün envâ-ı nimeti (nimetlerin çeşitlerini) o sofrada (“Umulmadık yerlerden.” Talâk Sûresi, 65:3.) bir tarzda o sofraya dizdiği cihetle, kemal-i Rububiyetini (idaresinin mükemmelliğini) ve Rahmaniyet ve Rahimiyetini o vaziyetle ifade ediyor. İnsanlar, gaflet perdesi altında ve esbab (sebepler) dairesinde, o vaziyetin ifade ettiği hakikati tam göremiyor, bazan unutuyor. Ramazan-ı Şerifte ise, ehl-i iman, birden muntazam (düzenli) bir ordu hükmüne geçer. Sultan-ı Ezelînin ziyafetine davet edilmiş bir surette, akşama yakın “Buyurunuz” emrini bekliyorlar gibi bir tavr-ı ubûdiyetkârâne (ibadet eder gibi bir tavır) göstermeleri, o şefkatli ve haşmetli ve külliyetli (herşeyi saran) Rahmâniyete karşı, vüs’atli (geniş) ve azametli ve intizamlı bir ubûdiyetle (ibadetle) mukabele ediyorlar (karşılık veriyorlar). Acaba böyle ulvî ubûdiyete (yüksek ibadete) ve şeref-i keramete iştirak etmeyen (katılmayan,oruç tutmayan) insanlar, insan ismine lâyık mıdırlar????
*****“Evet, ümitvar olunuz. Şu istikbal inkılâbı içinde, en yüksek gür sada İslâmın sadası olacaktır!” (Risale-i Nur Külliyatı)***** |
|
|
|
|
|
|
|
İSMAİL |
Seviye
Yönetici
|
|
|
Toplam Puan: 115 |
Giriş Sayısı: 207 |
Konu: 279 |
Cevap: 99 |
Yorum
3783 gün önce
eklendi
|
|
|
|
*Ramazan-ı Mübareğin savmı (orucu), Cenâb-ı Hakkın nimetlerinin şükrüne baktığı cihetle, çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:
Birinci Sözde denildiği gibi, bir padişahın matbahından (mutfağından) bir tablacının (yemeği getirenin) getirdiği taamlar (yiyecekler) bir fiyat ister. Tablacıya bahşiş verildiği halde, çok kıymettar olan o nimetleri kıymetsiz zannedip onu in’âm edeni (o nimeti göndereni) tanımamak nihayet derecede bir belâhet (ahmaklık) olduğu gibi; Cenâb-ı Hak, hadsiz envâ-ı nimetini (nimetlerin çeşitlerini) nev-i beşere (insan türüne) zemin yüzünde neşretmiş (çıkarmış,sermiş), ona mukàbil (karşılık), o nimetlerin fiyatı olarak şükür istiyor. O nimetlerin zâhirî esbabı (görünüşteki sebepleri) ve ashabı, tablacı hükmündedirler. O tablacılara bir fiyat veriyoruz, onlara minnettar oluyoruz. Hattâ, müstehak (layık) olmadıkları pek çok fazla hürmet ve teşekkürü ediyoruz. Halbuki, Mün’im-i Hakikî (nimeti asıl gönderen, asıl nimet sahibi), o esbabdan (sebeplerden) hadsiz derecede, o nimet vasıtasıyla şükre lâyıktır. İşte Ona teşekkür etmek; o nimetleri doğrudan doğruya O’ndan bilmek, o nimetlerin kıymetini takdir etmek ve o nimetlere kendi ihtiyacını hissetmekle olur.
İşte, Ramazan-ı Şerifteki oruç, hakikî ve hâlis, azametli ve umumî bir şükrün anahtarıdır. Çünkü, sair vakitlerde mecburiyet tahtında olmayan insanların çoğu, hakikî açlık hissetmedikleri zaman, çok nimetlerin kıymetini derk edemiyor (anlayamıyor). Kuru bir parça ekmek, tok olan adamlara, hususan zengin olsa, ondaki derece-i nimet (nimetin derecesi,önemi) anlaşılmıyor. Halbuki, iftar vaktinde, o kuru ekmek, bir mü’minin nazarında çok kıymettar bir nimet-i İlâhiye olduğuna kuvve-i zâikası (dili,tad alma duygusu) şehadet eder. Padişahtan tâ en fukaraya kadar herkes, Ramazan-ı Şerifte o nimetlerin kıymetlerini anlamakla bir şükr-ü mânevîye mazhar olur (manevi bir şükür etmiş olur).
Hem gündüzdeki yemekten memnûiyeti (geri,uzak durması) cihetiyle, “O nimetler benim mülküm değil. Ben bunların tenâvülünde (yememde) hür değilim. Demek başkasının malıdır ve in’âmıdır (nimetlendirmesidir); Onun emrini bekliyorum” diye, nimeti nimet bilir, bir şükr-ü mânevî eder.
İşte, bu suretle oruç çok cihetlerle hakikî vazife-i insaniye (insanın hakiki vazifesi) olan şükrün anahtarı hükmüne geçer.
*****“Evet, ümitvar olunuz. Şu istikbal inkılâbı içinde, en yüksek gür sada İslâmın sadası olacaktır!” (Risale-i Nur Külliyatı)***** |
|
|
|
|
|
|
|
İSMAİL |
Seviye
Yönetici
|
|
|
Toplam Puan: 115 |
Giriş Sayısı: 207 |
Konu: 279 |
Cevap: 99 |
Yorum
3783 gün önce
eklendi
|
|
|
|
Oruç, hayat-ı içtimaiye-i insaniyeye (toplum hayatına) baktığı cihetle çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:
İnsanlar maişet (geçinme) cihetinde muhtelif (çeşitli) bir surette halk edilmişler (yaratılmışlar). Cenâb-ı Hak, o ihtilâfa (ayrılığa,farklılığa) binaen, zenginleri fukaraların muavenetine (yardımına) davet ediyor. Halbuki, zenginler fukaranın acınacak acı hallerini ve açlıklarını, oruçtaki açlıkla tam hissedebilirler. Eğer oruç olmazsa, nefisperest (nefsine tapan) çok zenginler bulunabilir ki, açlık ve fakirlik ne kadar elîm (elemli) ve onlar şefkate ne kadar muhtaç olduğunu idrak edemez (anlayamaz). Bu cihette insaniyetteki hemcinsine (diğer insanlara) şefkat ise, şükr-ü hakikînin (hakiki şükrün) bir esasıdır. Hangi fert olursa olsun, kendinden bir cihette daha fakiri bulabilir; ona karşı şefkate mükelleftir. Eğer nefsine açlık çektirmek mecburiyeti olmazsa, şefkat vasıtasıyla muavenete (yardıma) mükellef olduğu ihsanı ve yardımı yapamaz, yapsa da tam olamaz. Çünkü, hakikî o hâleti kendi nefsinde hissetmiyor.
*****“Evet, ümitvar olunuz. Şu istikbal inkılâbı içinde, en yüksek gür sada İslâmın sadası olacaktır!” (Risale-i Nur Külliyatı)***** |
|
|
|
|
|
|
|
İSMAİL |
Seviye
Yönetici
|
|
|
Toplam Puan: 115 |
Giriş Sayısı: 207 |
Konu: 279 |
Cevap: 99 |
Yorum
3783 gün önce
eklendi
|
|
|
|
Ramazan-ı Şerifteki oruç, nefsin terbiyesine baktığı cihetindeki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:
Nefis, kendini hür ve serbest ister ve öyle telâkki (kabul) eder. Hattâ, mevhum (aslı olmayan) bir rububiyet (Rab lik)ve keyfemâyeşâ (keyfi) hareketi, fıtrî olarak arzu eder. Hadsiz nimetlerle terbiye olunduğunu düşünmek istemiyor. Hususan, dünyada servet ve iktidarı da varsa, gaflet dahi yardım etmişse, bütün bütün gasıbâne, hırsızcasına, nimet-i İlâhiyeyi hayvan gibi yutar.
İşte, Ramazan-ı Şerifte, en zenginden en fakire kadar herkesin nefsi anlar ki, kendisi mâlik (sahip) değil, memlûktür (sahibi olandır); hür değil, abddir (kuldur). Emrolunmazsa, en âdi ve en rahat şeyi de yapamaz, elini suya uzatamaz diye, mevhum rububiyeti (yalancı ilahlığı) kırılır, ubûdiyeti (ibadeti) takınır, hakikî vazifesi olan şükre girer.
*****“Evet, ümitvar olunuz. Şu istikbal inkılâbı içinde, en yüksek gür sada İslâmın sadası olacaktır!” (Risale-i Nur Külliyatı)***** |
|
|
|
|
|
|
|
İSMAİL |
Seviye
Yönetici
|
|
|
Toplam Puan: 115 |
Giriş Sayısı: 207 |
Konu: 279 |
Cevap: 99 |
Yorum
3783 gün önce
eklendi
|
|
|
|
Ramazan-ı Şerifin orucu, nefsin tehzib-i ahlâkına (ahlakını temizlemesine) ve serkeşâne (itaatsiz,kendi kafasına göre) muamelelerinden vazgeçmesi cihetine baktığı noktasındaki çok hikmetlerinden birisi şudur ki:
Nefs-i insaniye gafletle kendini unutuyor. Mahiyetindeki (hakikatındaki) hadsiz aczi (acizliği), nihayetsiz fakrı (fakirliği), gayet derecedeki kusurunu göremez ve görmek istemez. Hem ne kadar zayıf ve zevâle maruz (dünyadan,bulunduğu yerden ayrılmaya hazır) ve musibetlere hedef bulunduğunu ve çabuk bozulur, dağılır et ve kemikten ibaret olduğunu düşünmez. Adeta polattan (çelikten) bir vücudu var gibi, lâyemûtâne (ölmeyecekmiş gibi), kendini ebedî tahayyül eder (düşünür) gibi dünyaya saldırır. Şedit (büyük) bir hırs ve tamahla ve şiddetli alâka ve muhabbetle dünyaya atılır. Her lezzetli ve menfaatli şeylere bağlanır. Hem kendini kemâl-i şefkatle terbiye eden Hâlıkını (yaratanını) unutur. Hem netice-i hayatını (hayatının sonucunu) ve hayat-ı uhreviyesini (ahiretini) düşünmez; ahlâk-ı seyyie (çirkinlik,günahlar) içinde yuvarlanır.
İşte, Ramazan-ı Şerifteki oruç, en gafillere ve mütemerridlere (inatçılara), zaafını ve aczini ve fakrını ihsas ediyor (hissettiriyor).
Açlık vasıtasıyla midesini düşünüyor; midesindeki ihtiyacını anlar. Zayıf vücudu ne derece çürük olduğunu hatırlıyor. Ne derece merhamete ve şefkate muhtaç olduğunu derk eder (anlar). Nefsin firavunluğunu (ilahlık taslamasını) bırakıp, kemâl-i acz ve fakr ile dergâh-ı İlâhiyeye ilticaya bir arzu hisseder ve bir şükr-ü mânevî eliyle rahmet kapısını çalmaya hazırlanır eğer gaflet kalbini bozmamışsa!
*****“Evet, ümitvar olunuz. Şu istikbal inkılâbı içinde, en yüksek gür sada İslâmın sadası olacaktır!” (Risale-i Nur Külliyatı)***** |
|
|
|
|
|
|
|
İSMAİL |
Seviye
Yönetici
|
|
|
Toplam Puan: 115 |
Giriş Sayısı: 207 |
Konu: 279 |
Cevap: 99 |
Yorum
3783 gün önce
eklendi
|
|
|
|
Ramazan-ı Şerifin sıyâmı (orucu), Kur’ân-ı Hakîmin nüzulüne (indirilmesine) baktığı cihetle ve Ramazan-ı Şerif, Kur’ân-ı Hakîmin en mühim zaman-ı nüzulü (nazil olma,indirilme zamanı) olduğu cihetindeki çok hikmetlerinden birisi şudur ki:
Kur’ân-ı Hakîm, madem şehr-i Ramazan’da (ramazan ayında) nüzul etmiş (indirilmeye başlanmış). O Kur’ân’ın zaman-ı nüzulunu istihzar (hatırlamak) ile, o semâvî hitabı hüsn-ü istikbal etmek (geleceği güzelleştirmek) için Ramazan-ı Şerifte nefsin hâcât-ı süfliyesinden (alçakça ihtiyaçlarından) ve mâlâyâniyat hâlâttan (boş,işe yaramaz hallerden) tecerrüt (sıyrılmak) ve ekl (yiyecek) ve şürbün (içeceğin) terkiyle melekiyet (melek) vaziyetine benzemek ve bir surette o Kur’ân’ı yeni nâzil oluyor gibi okumak ve dinlemek ve ondaki hitâbât-ı İlâhiyeyi (Cenab-ı Hakkın kelamını) güya geldiği ân-ı nüzulünde (zamanda) dinlemek ve o hitabı Resul-i Ekremden (a.s.m.) işitiyor gibi dinlemek, belki Hazret-i Cebrâil’den, belki Mütekellim-i Ezelîden (Cenab-ı Hak’ tan) dinliyor gibi bir kudsî hâlete (duruma) mazhar olur (girer). Ve kendisi tercümanlık edip başkasına dinlettirmek ve Kur’ân’ın hikmet-i nüzulünü bir derece göstermektir.
Evet, Ramazan-ı Şerifte güya âlem-i İslâm bir mescid hükmüne geçiyor. Öyle bir mescid ki, milyonlarla hâfızlar, o mescid-i ekberin köşelerinde o Kur’ân’ı, o hitab-ı semâvîyi arzlılara (dünyalılara) işittiriyorlar. Her Ramazan, "Ramazan ayı, kendisinde Kur’ân’ın indirildiği aydır.” (Bakara Sûresi, 2:185) âyetini, nuranî, parlak bir tarzda gösteriyor; Ramazan Kur’ân ayı olduğunu ispat ediyor. O cemaat-i uzmânın (büyük,geniş cemaatin) sair efradları (diğer fertleri), bazıları huşû ile o hâfızları dinlerler. Diğerleri kendi kendine okurlar.
Şöyle bir vaziyetteki bir mescid-i mukaddeste, nefs-i süflînin (alçak nefsin) hevesâtına (isteklerine,heveslerine) tâbi olup (uyup), yemek içmekle o vaziyet-i nuranîden çıkmak ne kadar çirkinse ve o mesciddeki cemaatin (tüm mü’minlerin,mevcudatın) mânevî nefretine ne kadar hedef ise, öyle de, Ramazan-ı Şerifte ehl-i sıyâma (oruç tutanlara) muhalefet edenler (karşı çıkanlar,oruç tutmayanlar) de o derece umum âlem-i İslâmın mânevî nefretine ve tahkirine (aşağılamalarına) hedeftir.
*****“Evet, ümitvar olunuz. Şu istikbal inkılâbı içinde, en yüksek gür sada İslâmın sadası olacaktır!” (Risale-i Nur Külliyatı)***** |
|
|
|
|
|
|
|
İSMAİL |
Seviye
Yönetici
|
|
|
Toplam Puan: 115 |
Giriş Sayısı: 207 |
Konu: 279 |
Cevap: 99 |
Yorum
3783 gün önce
eklendi
|
|
|
|
Ramazan’ın sıyâmı (orucu), dünyada âhiret için ziraat ve ticaret etmeye gelen nev-i insanın (insanların) kazancına baktığı cihetteki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:
Ramazan-ı Şerifte sevab-ı a’mâl (amellerin sevabı), bire bindir. Kur’ân-ı Hakîmin, nass-ı hadisle, herbir harfinin on sevabı var; on hasene (sevap) sayılır, on meyve-i Cennet getirir. Ramazan-ı Şerifte herbir harfin on değil, bin; ve Âyetü’l-Kürsî gibi âyetlerin herbir harfi binler; ve Ramazan-ı Şerifin Cumalarında daha ziyadedir (fazladır). Ve Leyle-i Kadirde otuz bin hasene sayılır.Evet, herbir harfi otuz bin bâki meyveler veren Kur’ân-ı Hakîm, öyle bir nuranî şecere-i tûbâ (tüba ağacı)hükmüne geçiyor ki, milyonlarla o bâki meyveleri Ramazan-ı Şerifte mü’minlere kazandırır. İşte, gel, bu kudsî, ebedî, kârlı ticarete bak, seyret ve düşün ki, bu hurufâtın (Kur’an harflerinin) kıymetini takdir etmeyenler ne derece hadsiz bir hasârette olduğunu anla.
İşte, Ramazan-ı Şerif adeta bir âhiret ticareti için gayet kârlı bir meşher, bir pazardır. Ve uhrevî hasılat için gayet münbit (verimli) bir zemindir. Ve neşvünemâ-i a’mâl (isteklerin sevapların ortaya çıkması) için, bahardaki mâ-i Nisandır (nisan yağmuru gibidir). Saltanat-ı rububiyet-i İlâhiyeye karşı ubûdiyet-i beşeriyenin (insanların ibadetlerinin) resmi geçit yapmasına en parlak, kudsî bir bayram hükmündedir. Ve öyle olduğundan, yemek içmek gibi nefsin gafletle hayvanî hâcâtına (ihtiyaçlarına) ve mâlâyâni (boş) ve hevâperestâne (haram lezzetlere) müştehiyâta (nefsin isteklerine) girmemek için, oruçla mükellef olmuş. Güya muvakkaten (geçici olarak) hayvaniyetten çıkıp melekiyet (melek) vaziyetine veyahut âhiret ticaretine girdiği için, dünyevî hâcâtını (ihtiyaçlarını) muvakkaten (geçici olarak) bırakmakla, uhrevî bir adam ve tecessüden (cesetten) tezahür etmiş (çıkmış) bir ruh vaziyetine girerek, savmı (orucu) ile Samediyete (Allah ın hiçbirşeye muhtaç olmamasına) bir nevi âyinedarlık etmektir.
Evet, Ramazan-ı Şerif, bu fâni (geçici) dünyada, fâni ömür içinde ve kısa bir hayatta, bâki bir ömür ve uzun bir hayat-ı bâkiyeyi tazammun eder (içerir), kazandırır. Evet, birtek Ramazan, seksen sene bir ömür semerâtını (meyvelerini) kazandırabilir. Leyle-i Kadir (kadir gecesi) ise, nass-ı Kur’ân ile, bin aydan daha hayırlı olduğu, bu sırra bir hüccet-i kàtıadır (kesin bir işarettir).
Evet, nasıl ki bir padişah, müddet-i saltanatında (saltanat süresinde), belki her senede, ya cülûs-u hümayun namıyla veyahut başka bir şâşaalı cilve-i saltanatına mazhar bazı günleri bayram yapar. Raiyetini (halkını), o günde umumî kanunlar dairesinde değil, belki hususî ihsânâtına ve perdesiz huzuruna ve has iltifatına ve fevkalâde icraatına ve doğrudan doğruya lâyık ve sadık milletini has teveccühüne mazhar eder. Öyle de, Ezel ve Ebed Sultanı olan on sekiz bin âlemin Padişah-ı Zülcelâli, o on sekiz bin âleme bakan, teveccüh eden ferman-ı âlişânı olan Kur’ân-ı Hakîmi, Ramazan-ı Şerifte inzal eylemiş (indirmiş). Elbette o Ramazan, mahsus bir bayram-ı İlâhî ve bir meşher-i Rabbânî ve bir meclis-i ruhanî hükmüne geçmek, mukteza-yı hikmettir (hikmetinin gereğidir).
Madem Ramazan o bayramdır. Elbette bir derece süflî (alçak) ve hayvanî meşagilden (uğraşlardan) insanları çekmek için, oruca emredilecek.
Ve o orucun ekmeli ise (orucun mükemmeli), mide gibi bütün duyguları, gözü, kulağı, kalbi, hayali, fikri gibi cihazat-ı insaniyeye dahi bir nevi oruç tutturmaktır. Yani, muharremattan (haramlardan), mâlâyâniyattan (boş işlerden) çekmek ve herbirisine mahsus ubûdiyete ibadete) sevk etmektir. Meselâ, dilini yalandan, gıybetten ve galiz tabirlerden ayırmakla ona oruç tutturmak; ve o lisanı (konuşmasını), tilâvet-i Kur’ân ve zikir ve tesbih ve salâvat ve istiğfar gibi şeylerle meşgul etmek; meselâ gözünü nâmahreme bakmaktan ve kulağını fena şeyleri işitmekten men edip, gözünü ibrete ve kulağını hak söz ve Kur’ân dinlemeye sarf etmek gibi, sair cihazata da birnevi oruç tutturmaktır. Zaten mide en büyük bir fabrika olduğu için, oruçla ona tatil-i eşgal ettirilse (çalışmasına ara verdirilse), başka küçük destgâhlar (fabrikalar) kolayca ona ittibâ ettirilebilir (uydurulabilirler).
*****“Evet, ümitvar olunuz. Şu istikbal inkılâbı içinde, en yüksek gür sada İslâmın sadası olacaktır!” (Risale-i Nur Külliyatı)***** |
|
|
|
|
|
|
|
İSMAİL |
Seviye
Yönetici
|
|
|
Toplam Puan: 115 |
Giriş Sayısı: 207 |
Konu: 279 |
Cevap: 99 |
Yorum
3783 gün önce
eklendi
|
|
|
|
Ramazan-ı Şerif, insanın hayat-ı şahsiyesine (kendi hayatına) baktığı cihetindeki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:
İnsana en mühim bir ilâç nev’inden maddî ve mânevî bir perhizdir. Ve tıbben bir hımyedir ki (doktorun kontrolündeymiş gibidir ki), insanın nefsi yemek, içmek hususunda keyfemâyeşâ (keyfine göre) hareket ettikçe, hem şahsın maddî hayatına tıbben zarar verdiği gibi, hem helâl-haram demeyip rast gelen şeye saldırmak, adeta mânevî hayatını da zehirler. Daha kalbe ve ruha itaat etmek, o nefse güç gelir, serkeşâne (itaatsizlikle) dizginini eline alır. Daha insan ona binemez; o (nefis) insana biner.
Ramazan-ı Şerifte, oruç vasıtasıyla bir nevi perhize alışır, riyazete çalışır ve emir dinlemeyi öğrenir. Biçare (çaresiz) zayıf mideye de, hazımdan (sindirimden) evvel (önce) yemek yemek üzerine doldurmakla hastalıkları celb etmez (hastalığa sebep olmaz). Ve emir vasıtasıyla helâli terk ettiği cihetle, haramdan çekinmek için akıl ve şeriattan gelen emri dinlemeye kàbiliyet peydâ eder. Hayat-ı mâneviyeyi bozmamaya çalışır.
Hem insanın ekseriyet-i mutlakası (çoğunluğu) açlığa çok defa müptelâ olur. Sabır ve tahammül için bir idman veren açlık, riyazete muhtaçtır. Ramazan-ı Şerifteki oruç, on beş saat, sahursuz ise yirmi dört saat devam eden bir müddet-i açlığa sabır ve tahammül ve bir riyazettir ve bir idmandır. Demek, beşerin musibetini ikileştiren sabırsızlığın ve tahammülsüzlüğün bir ilâcı da oruçtur.
Hem o mide fabrikasının çok hademeleri (hizmetçileri) var. Hem onunla alâkadar çok cihazat-ı insaniye var. Nefis, eğer muvakkat (geçici) bir ayın gündüz zamanında tatil-i eşgal etmezse (çalışmaya ara vermezse), o fabrikanın hademelerinin ve o cihazatın hususî ibadetlerini onlara unutturur, kendiyle meşgul eder, tahakkümü (hükmü) altında bırakır. O sair (diğer) cihazat-ı insaniyeyi de, o mânevî fabrika çarklarının gürültüsü ve dumanlarıyla müşevveş (karma karışık) eder. Nazar-ı dikkatlerini daima kendine celb eder (çeker). Ulvî (yüksek) vazifelerini muvakkaten (geçici olarak) unutturur. Ondandır ki, eskiden beri çok ehl-i velâyet (evliyalar), tekemmül (olgunlaşmak,kemalat) için riyazete, az yemek ve içmeye kendilerini alıştırmışlar.
Fakat Ramazan-ı Şerif orucuyla o fabrikanın hademeleri (hizmetçileri) anlarlar ki, sırf o fabrika için yaratılmamışlar. Ve sair cihazat (diğer cihazlar, hisler), o fabrikanın süflî (alçak) eğlencelerine bedel, Ramazan-ı Şerifte melekî (melek gibi) ve ruhanî eğlencelerde telezzüz ederler (lezzetlenirler), nazarlarını onlara dikerler. Onun içindir ki, Ramazan-ı Şerifte mü’minler derecâtına (derecelerine) göre ayrı ayrı nurlara, feyizlere, mânevî sürurlara mazhar oluyorlar. Kalb ve ruh, akıl, sır gibi letâifin o mübarek ayda oruç vasıtasıyla çok terakkiyat (ilerleme) ve tefeyyüzleri (feyiz almaları) vardır. Midenin ağlamasına rağmen, onlar mâsumâne gülüyorlar.
*****“Evet, ümitvar olunuz. Şu istikbal inkılâbı içinde, en yüksek gür sada İslâmın sadası olacaktır!” (Risale-i Nur Külliyatı)***** |
|
|
|
|
|
|
|
İSMAİL |
Seviye
Yönetici
|
|
|
Toplam Puan: 115 |
Giriş Sayısı: 207 |
Konu: 279 |
Cevap: 99 |
Yorum
3783 gün önce
eklendi
|
|
|
|
Ramazan-ı Şerifin orucu, doğrudan doğruya nefsin mevhum rububiyetini (ilahlık taslamasını) kırmak ve aczini göstermekle ubûdiyetini (ibadetini) bildirmek cihetindeki hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:
Nefis Rabbisini tanımak istemiyor; firavunâne kendi rububiyet (rablik) istiyor. Ne kadar azaplar çektirilse, o damar onda kalır. Fakat açlıkla o damarı kırılır. İşte, Ramazan-ı Şerifteki oruç, doğrudan doğruya nefsin firavunluk cephesine darbe vurur, kırar. Aczini, zaafını, fakrını gösterir, abd (kul) olduğunu bildirir.
Hadisin rivayetlerinde vardır ki:
Cenâb-ı Hak nefse demiş ki: “Ben neyim, sen nesin?”
Nefis demiş: “Ben benim, Sen sensin.”
Azap vermiş, Cehenneme atmış, yine sormuş. Yine demiş: “Ene ene, ente ente (Ben benim, Sen sensin).” Hangi nevi (çeşit) azâbı vermiş, enâniyetten vazgeçmemiş.
Sonra açlıkla azap vermiş. Yani aç bırakmış. Yine sormuş: “Men ene (ben kimim)? Ve mâ ente (sen kimsin)?” Nefis demiş:........ Yani, “Sen benim Rabb-i Rahîmimsin. Ben senin âciz bir abdinim. (MEKTUBATTAN 29.MEKTUP) (SAİD NURSİ R.A.) MADEN İNSANIN CENAB-I HAK KATINDA BUKADAR EHEMMİYETİ VAR. MAHLUKATIN EN ŞEREFLİSİ OLARAK YARATILMIŞ VE TÜM MAHLUKAT İNSANIN HİZMETİNE MUSAHHAR KILINMIŞ. O ZAMAN İNSAN İSMİNE LAYIK YAŞAMAK İKTİZA EDER VE ELZEM OLANI DA BUDUR. ALLAH, SEKSEN SENE MANEVİ BİR HAYATI KAZANDIRAN RAMAZAN-I ŞERİFİ; HAKKIYLA, FAZİLETİNİ VE MÜKAFATINI YALNIZCA MÜN’İM- İ HAKİKİDEN BİLEREK VE YALNIZCA MİDEMİZE DEĞİL HER UZVUMUZA, CİHAZATIMIZA ORUÇ TUTTURARAK GEÇİRMEYİ NASİP EYLESİN.
*****“Evet, ümitvar olunuz. Şu istikbal inkılâbı içinde, en yüksek gür sada İslâmın sadası olacaktır!” (Risale-i Nur Külliyatı)***** |
|
|
|
|
|
|
YORUM YAZMAK İÇİN ÜYE SEVİYENİZ YETERSİZ
|